HASTALIK HASTALIĞI (HİPOKONDRİYAZİS) ?

Tüm insanlık tarihi boyunca ölümsüzlük önemli tartışma konusu olmuş , ölüp yeniden dirilmekten tutun da ölümsüzlük iksirine , yeniden tekraren doğumdan , sürekli genç kalmaya kadar pek çok mitolojik ve dinsel görüş ortaya atılmıştır. Mitoloji bu konuda oldukça zengindir. Dionis ( Yunan ) ,Osiris ( Mısır) ,Adonis ( Finike ) ,Attis ( Anadolu) Marduk (Babil) gibi değişik isimlerdeki tanrıların ortak özellikleri , ölümden sonra tekrar doğmaları ve böylece ölümleriyle oluşan hüzünün yerini , yeni bir doğum sevincinin kaplaması idi. Kimbilir belki de bu düşünce çok basit bir gözlemden hareketle , doğanın kendini yeniden üretme özelliğine dayandırılmış ta olabilir .. Öyle ya , bir buğday tanesini toprağa gömdükten sonra , gelen baharla birlikte bu buğday tanesinden yeni bir başak meydana gelmiyor mu ? 

Daha çok yaşamak ve daha genç kalmak , insanlığın uygarlaşmasıyla birlikte , belki ölümden sonra yeniden dirilmek yerine konabilecek yeni bir amaç olabilir. Gerçekten de artık , yukarda tanrılar için düşünülen ölümsüzlük ya da genç kalmak hücresel düzeyde mümkün olabilir mi yaklaşımı tartışmaya değer hale gelmiştir. Gerçekten hücrelerimizi daha çok canlı tutmak mümkün mü ve bu da bizi daha uzun ve sağlıklı bir yaşama kavuşturabilir mi ? 

Aslına bakarsak , 1960 yılında dünyada ortalama ölüm yaşı 52 yıl iken bugün bu yaş ortalama 78 yıllarına doğru gelmiş, hatta bazı ülkelerde 80’li yılları aşmıştır. Açıkçası son 60 yıllık dönem içinde insan ömrü yaklaşık olarak 50 yıla yakın uzamış görünmektedir ve bu matematik olarak %50’ye tekabül eder. Elbette bunda , yaşam şartlarından , beslenme ve besine ulaşım , çalışma koşullarından eğitim ve sosyal koşulların yükselmesi gibi pek çok faktörün rolü olmuştur. Bugün dünya nüfusunun %10 ‘lık kısmı 65 yaşın üzerindedir ve bu oran 2050 yılında %22’ye ulaşacaktır. Yani her beş kişiden birisi 65 yaşın üzerinde olacaktır. Dünya nüfusunda ilk kez 2000 yılında 5 yaşın altındaki popülasyon , 65 yaşın üzerindeki popülasyonun altına düşmüştür. Bu durum dünyanın hızla yaşlanmakta olduğunu gösteren en önemli ölçüttür. 

 

Şu andaki sorun şudur : İnsan ömrü nicelik olarak uzamıştır ama nitelik olarak bu yaşlanma ne kadar sağlıklı ve tatminkardır? . Acaba uzamış bu yıllar , ağır sağlık sorunları ile birlikte , hem kişilere hem de aile ve topluma ne gibi ek sorunlar ya da yaşam kalitesinde ne gibi yetersizlikler getirmiştir ? Yani nicelik olarak artırılmış yaşam süresinin nitelik olarak yani yaşam kalitesi olarak istenilen noktaya ulaştığı söylenebilir mi ? .. Elbette bu soru çok tartışmaya açıktır. Hele de toplumda , demans , Alzheimer vb. pek çok zihinsel ve motor sorunların artmış olduğunu ya da göz açısından konuşursak , yaşa bağlı maküla hastalıklarının artışı ile yaşam kalitesinin ne kadar etkilendiğini düşünürsek , durumun hiç de ilk bakıştaki kadar tatminkar olmadığı görülmektedir. 

Gerçekten de başta nörolojik sistemi oluşturan hücrelerimiz olmak üzere tüm hücrelerimiz , yaşlanmaya paralel olarak belirli değişimlere ve yaşlanma sürecine katılımda bulunmaktadırlar. 

Hücre yaşlanmasında , şimdiye kadar pek çok teori ön plana çıkartılmış olmakla birlikte “genetik biyolojik saat teorisi “ ve “ oksidatif hasar “ teorileri en çok üzerinde yoğunlaşılan yaklaşımlardır. Esasında bu iki teori birbiri ile iç içedir. Zira biyolojik saat teorisinde yer almakta olan “ telomer “ kavramının sağlıklı tutulması ile oksidatif stresi azaltacak antioksidan etkinliklerin artırılması birbirini destekleyen bilgilerdir. 

Bilindiği gibi “telomer” kavramı yunanca uç bölüm anlamına gelmektedir ve 1946’da sirke sineklerinin kromozomal yapısını inceleyen Herman Müller tarafından tanımlanmıştır ve bu çalışması ile Nobel ödülü almıştır.  Kromozomların uç kısımlarında yoğunlaşmış bir aminoasit bölümü olarak tanımlanan telomerler , hücre her bölündükçe kısalmakta ve sonunda da bitmekte ve bu aşamada artık hücre bölünmesi durmakta ve hücre planlı ölüm dediğimiz apoptosise yönelmektedir. Bu konuda Hayflick tarafından tarif edilen bir bölünme limitinden bahsedilmelidir. Yani hücreler sonsuza kadar bölünmemekte , telomerlerinin uzunluğunun müsaade ettiği kadar bölünebilmektedir. İşte bu bölünme sayısı her hücre için belirlidir ve buna Hayflick sınırı denir. 

Elizabeth Blacburn ve arkadaşları ise , bu teoriyi geliştirerek 2009 yılı Nobel Tıp ödülünü aldılar . Telomerlerin kısalmasının önlenmesi ve hücre yaşamının uzatılması yönünde yaptıkları çalışma ile “telomeraz “ enzimini tanımladılar. Ortamda telomeraz enzimi mevcut ise , hücrelerin telomerleri daha dayanıklı olmakta ve bölünme süreci devam etmekte idi. Fakat sorun şu ki , telomeraz enzimi aynı zamanda hücrelerin kontrolsüz bölünmesine de yol açarak bir bakımı malign onkolojik patolojilerin ortaya çıkmasını da kolaylaştırmaktadır. Zaten malign kanser hücre ortamlarında telomeraz olağanüstü yüksek dozlarda tespit edilmektedir. Bu durumda çözülmesi gereken bir ikilem var : Telomerazın yükseltilmesi , hücre bölünme sayısını ve hücresel yaşamı uzatabilir ama , hangi noktadan itibaren hücrede kanserleşme eğilimi doğurabilir sorusunun cevabı hala zaman gerektirmekte.. 

 

Yaşlanmadaki “oksidatif hasar “ teorisi ise eskiden buyana bilinmekte olan bir çok bilginin bir araya gelmesi ile yeniden yapılandırılan bir teoridir. Aslında her hücre kendi fonksiyonel ihtiyaçları ve süreçleriyle bağlantılı olarak enerji üretmektedir. Bu enerji üretiminde ise esas olan , glukoz ve oksijenin bir araya getirilerek enerji elde etmek üzere bir bakıma “yanma “ olayının gerçekleşmesidir. Bu yanma olayı sonunda esasta ürün olarak su ve karbondioksit geride kalır ama bir miktar da elektron eksikliği gösteren ve genelde “ eksik oksijen “ veya “ serbest oksijen ürünleri “ diyebileceğimiz ve şiddetli elektron ihtiyacı duyan moleküller ortada kalır. Bu süreci şöyle gözümüzde canlandırabiliriz : bir sobanın içinde ne kadar çok kömür yakarsak ve ne kadar çok enerji elde etmeye çalışırsak , elimizdeki soba o kadar hızlı ve erken eskiyecektir. Hücrelerimizde , ne kadar yoğun ve çok oksijen tüketerek , enerji elde etmeye çalışırlarsa , o kadar çok miktarda serbest oksijen ürünü açığa çıkacak ve hücrelerimizde o kadar erken ve hızlı eskime olacaktır. 

Esasında eskime diye tabir ettiğimiz olay , elektron ihtiyacı duyan serbest oksijen ürünlerinin , sağlam hücre moleküllerinden ve özellikle mitokondriyal moleküllerden elektron çalarak , bu moleküllerin bozulmasına dayanan bir süreçtir. Bu süreç “ oksidatif stress” olarak tanımlanmaktadır. 

Oksidatif stresten korunmanın en iyi yolu , eksik elektronlarını tamamlamak üzere elektron çalmaya çalışan serbest oksijen ürünlerinin bu etkilerini , gönüllü elektron veren moleküller ile ortadan kaldırmaktır. İşte , serbest oksijen ürünlerinin bu elektron gereksinimlerini gönüllü olarak ya da bağışlama yoluyla karşılayan özel maddelere “ antioksidanlar “ deriz ve doğa bize çok bol miktarda antioksidan vermiştir. 

Vücudumuzda bu antioksidanlardan ve antioksidanların etkisini artıran bazı enzimler bulunmaktadır. Bunlar katalaz , glutation ve superoksit dismutaz gibi kimyasal enzimlerdir. Bu enzimlerin hem gücünü artırmak ve hem de kendi etkilerini sağlamak üzere dışarıdan temin edilen antioksidanlar da vardır. Bunların bir kısmı vitaminler , bir kısmı ise karotenoidler, bioflavonoidler ve koenzimlerden oluşur. Bazısı da iz element dediğimiz çinko , bakır , selenyum gibi enzim sistemlerinin tamamlayıcı elementleridir. 

Bu maddelerin bir çoğu vücudumuzda sentezlenemez ve dışarıdan günlük olarak belirli dozlarda ve düzenli olarak alınmak zorundadır. Bu nedenle beslenmemizde bu maddelerin dengeli ve yeterli olarak ve sürekli alınması gerekmekte ama bunun ayarlanmasında her zaman bazı zorluklar olmaktadır. Bu nedenle de vücudumuzun düzenli olarak bu antioksidan ihtiyacını , daha az kalori ve daha az yiyecek yiyerek karşılanması , yeterli düzenli ve uygun dozlarda bu maddelerin bünyemize alınması için düzenlenen “ gıda takviyeleri “ mikronütrisyon “ kavramı ile ifade edilir. 

Mikronütrisyon kapsüllerinde , bu antioksidanlar yanı sıra vitamin D gibi hormonlar veya omega – 3 gibi bazı özel antioksidanlar ya da , bitkisel bazı antioksidan özellikle maddeler örneğin lutein , xeaksantin , mezozeaksantin , resveratrol vb. gibi maddeler de yeralmakta ve böylece vücudumuzun oksidatif stresi azaltacak takviyeler ile hücre yıpranma süreçlerini minimalize etmeye çalışmaktayız. 

Antioksidan gıda takviyeleri , oksidatif stresi azaltarak genelde hücre yıpranmasını azaltmakta , hücre ömrünü uzatmakta , aynı zamanda da telomer kısalmalarına bağlı erken apoptozise gidişi engellemeye çalışmaktadır. 

Bu süreç sadece sinir sistemimiz açısından değil , başta elbette sinir hücrelerimiz ama aynı zamanda örneğin , retina pigment epitel hücrelerimizin de korunması ve eskimesini olabildiğince yavaşlatarak , yaşa bağlı maküla dejeneresansı gibi ileri yaşlarda örneğin 80 yaş üzerinde neredeyse %30 sıklıkta görülen ve yaşam kalitesini çok olumsuz etkileyen süreçleri de yavaşlatıp azaltacaktır. Bu durum hem kişisel , hem ailesel ve hem de toplumsal olarak sağlık ve sosyal yüklerin hızla azalmasını sağlayabilir. 

Çağımızdaki bilimsel çalışmalar  , artık , sadece yaşamın uzatılması değil aynı zamanda , uzamış yaşamın “ yaşam kalitesini “ koruyarak sağlıklı bir aktif ömür sürülmesinin da yolunu açmaya çalışmaktadır. Mikronütrisyon kavramı bu anlamda , önemli bilimsel adımlardan birisi olarak yaşamımıza girmiştir.

İzleme 465

Gönderiye yorum yapabilmek için giriş yapmanız gerekmektedir! Giriş Yap